10 Eylül 2007 Pazartesi

Vincent Van Gogh

1853’te Hollanda’nın Zundert kasabasında dünyaya geldi. Ailenin ilk değil ama en büyük çocuğuydu. Kendisi doğmadan önce doğan ve ölen bir ağabeyi vardı ve onun adını taşıyordu. Vincent, ölümün bilincini taşıyan, üzerinde bu yükü taşırmışcasına kederli, içine kapanık, yalnız kalmayı seven bir çocuktu. Sürekli kitap okuyor, kardeşlerini kendinden uzak tutmaya çalışıyordu.
Babası Theodorus Van Gogh, bir papazdı. Oğlunun ya din adamı ya da tüccar olmasını istiyordu. İyi bir eğitim almasını sağlamak için Vincent’ı Zundert’in yakınlarında bir yatılı okula gönderdi. Vincent onbeş yaşındayken, bilinmeyen bir nedenle okulu bıraktı ve eve döndü.
1869’da onaltı yaşındaki "delikanlı" Vincent, amcasının da yöneticileri arasında bulunduğu Goupil
Şirketi’nin Paris’teki Hague şubesinde çalışmaya başladı. Hague, tablo alım satımıyla uğraşan çeşitli galerilerin oluşturduğu bir gruptu.
Vincent resimle burada tanıştı, resmi burada sevdi. 1873’te şirketi tarafından gönderildiği

Londra’da ise, bir yandan İngilizce’sini ilerletmeye çalışırken, bir yandan da müze ve galerileri geziyor, hemen her geçen gün sanatın biraz daha derinliklerine inebiliyordu.
Bu gezileri sırasında özellikle, Jean-François Millet ve Jules Breton’un köy yaşamını konu alan yapıtlarına hayran kaldı. Hayranlığı yalnızca sanat yapıtlarıyla sınırlı kalmadı. Evinde pansiyoner olarak kaldığı kadının kızına da hayran oldu ama, bu aşkı karşılıksız kaldı. Bir süre sonra kendini ruhsal bir çöküntü içinde buldu. Bu çöküntü sonucu Londra’dan koptu, Paris’e yerleşti.



Van Gogh Paris’e döndüğünde yirmiiki yaşında olmasına karşın işlerine sırtını döndü, kendini dine verdi. Gündüzleri dinden "başını kaldıramadığı" gibi geceleri de, Montmartre’da birlikte kaldığı arkadaşına İncil’den bölümler okuyordu. Onun, dünyadan kopup, kendini dine böylesine "kaptırması", iş yaşamını da etkiledi. Şirket yöneticileri sonunda işine son vermek zorunda kaldılar.
1976’nın Nisan ayında gezmek için gittiği Londra’da öğretmen olarak iş buldu ve burada kalmaya karar verdi. Fakat üç ay sonra Isleworth’de, öğretmenliğin yanında vaizlik de yapabileceği bir okul buldu ve oraya geçti. Verdiği dersler arasında İngilizce, Fransızca, Almanca’nın yanında ortografi (güzel yazı tekniği) ve matematik de vardı.
Aralık ayında ailesini ziyarete gittiğinde babası onu, İngiltere’ye dönmemesi konusunda uyardı. Ailenin bulunduğu yerde de bir iş bulabilirdi. Bir tanıdıkları aracılığıyla Dordrecht’teki bir kitapçıda çalışmaya başladı.
Vincent, çok kısa bir süre sonra bu işinden de ayrıldı. Çünkü çalıştığı kitapçı dükkanında kitapları satmaktan çok okumakla zaman geçiriyordu.

Bu işinden ayrıldıktan sonra Vincent, kendini artık tümüyle dine vermişti. Dinbilimi konusunda bilimsel çalışma yapmak istiyordu. Önce Amsterdam’da sonra Brüksel’de bir üniversiteye başvurdu. Fakat sonunda kendini, Belçika’da madencilerin çalıştığı Borinage bölgesinin kilisesinde çalışıyor buldu. Burada iş bulmuştu ve burada yaşıyordu artık.
Kendini Hıristiyan öğretilerini uygulamaya öylesine
adamıştı ki; üstünde başında ne varsa madencilere veriyor, aç kalmak pahasına yiyeceklerini onlarla paylaşıyordu.
Kendi rahatı yerindeyken başkalarının aç ve çıplak olmasını haksızlık olarak görüyordu. Kilisenin başındakiler onun bu davranışlarını abartılı buldular ve çıkarlarına ters düşen bu hareketlerden doğan rahatsızlıklarını Van Gogh’u görevden uzaklaştırarak giderdiler.
Van Gogh dinle meşgul olduğu anların dışında resim yaparak kendini oyalıyordu. Yirmiyedi yaşına gelmişti ve ne yapacağına artık karar vermek istiyordu. Madencilerin resimlerini yapmaya başlayınca, bu arayışı son bulmuş oldu.
Kardeşi Theo da onun bu kararını olumlu karşıladı. Ve resimlerinden tek bir kuruş kazanamayacak olan Vincent’a ölünceye dek bakıp, maddi destek oldu.
Vincent, 1880 yılının Ekimi’nde Brüksel’e taşındıktan sonra kendini tümüyle resim yapmaya adadı. Theo’nun önerisiyle Willem Roelofs ve Anton Von Rappard gibi ressamlara da danıştı ve çalışmalarını, onların önerileri doğrultusunda sürdürdü.
Yaz geldiğinde Etten’e, ailesini ziyarete gitti. Orada ailesiyle aynı evde yaşamakta olan dul ve çocuklu kuzeni Kee Vos’a âşık oldu. Fakat bu aşkı da karşılıksız kaldı. Babası olaya şiddetli tepki gösterdi ve Vincent’la araları bir daha düzelmemek üzere bozuldu. Bu tartışma sonucu Vincent, babasının temsil ettiği kiliseyi reddetti.
1881 yılında Brüksel’e geri döndüğünde, kuzenlerinden biriyle evli olan Anton Mauve, Vincent’ı kendi stüdyosunda çalışmaya davet etti. Van Gogh burada suluboyayla tanıştı.

Canlı model bulmakta zorlanıyordu. Sien adında çocuklu ve hamile bir hayat kadınını evine aldı ve böylece bir modele de kavuşmuş oldu. Sien’e ve çocuklarına baktı, onları doyurdu, giydirdi ve birçok resminde onları model olarak kullandı.
Ailesi bu ilişkiyi öğrenince araları daha da açıldı. Bu sırada Mauve’la olan arkadaşlığı da kötüye gidiyordu. Van Gogh insanlardan iyice uzaklaşmaya başladı; yolda gördüklerine selam vermiyor, hatta onları görmezden geliyordu. Yırtık pırtık, pis giysilerle dolaşıyordu.
1883’ün Eylülü’nde, bir yıldan fazla süre birlikte olduğu Sien’i terk etti. Hollanda’nın kuzeyinde Drenthe’ye taşındı. Burada manzara ve köylü resimleri yapmaya ağırlık verdi. Bir süre sonra bu kasabanın ıssızlığına ve yalnızlığa dayanamadı, oradan da ayrıldı ve o sıralar ailesinin yaşamakta olduğu Nuenen’e gitti. Babasıyla barışması olanaksız görünüyordu. Kardeşi Theo’nun parasal yardımıyla bir stüdyo kiraladı. Burada 500’den fazla yapıt verdi. “Köylü Başları” ve “Nuenen’in Örücüleri” bu yapıtların en önde gelenleridir.
Vincent, bir sanatçı olarak tanınma gereksinimindeydi. Kardeşi Theo’yu ise, resimlerini satmakta yeterince çaba göstermediği için suçluyordu. Araları bozulmaya başladı ama Theo ağabeyine para göndermekten vazgeçmedi.

O sıralar, yan komşularının kızı Margo Begemann’la bir ilişkisi oldu. Aileler bu birlikteliğe karşı çıkınca, Margo intihara kalkıştı. En büyük aşkı olmasa da, Vincent bu ilişkinin bitmesinden üzüntü duydu.
Babasının ani bir kalp krizinden öldüğü Mart 1885’te, sonradan en başarılı tabloları arasında gösterilecek olan “Patates Yiyenler”, “Açık Kitapla Cansız Yaşam”ı yaptı.
1886’nın Ocak ayında, bir daha dönmemek üzere Nuenen’i terk edip, Antwerp Akademisi’nde resim öğrenimi görmeye başladı. Aradan birkaç ay geçmişti ki, Theo’ya burada düş kırıklığına uğradığını ve Paris’e gelmeyi düşündüğünü yazdı. Burada bir süre Theo’yla yaşayacak ve Fernand Corman’ın stüdyosunda çalışacaktı.
Paris’te gezdiği sergilerde Monet, Pisarro ve Degas gibi empresyonist akımın öncüsü ressamların yapıtlarından etkilendi, kendi çalışmalarında da aynı canlı renkleri kullanmaya başladı. Corman’la çalışması ise Toulouse-Lautrec, Bernard gibi sanatçılarla tanışmasını sağladı.
Yılın sonuna doğru Paul Gauguin’le tanıştı ve aralarında sonradan çok çalkantılı bir ilişkiye dönüşecek olan bir dostluk başladı.
Vincent, Theo’nun yaşamını dayanılması olanaksız bir duruma getirmekteydi. Theo, kız kardeşi Wilhelmina’ya yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: "Artık kimse eve gelmiyor,
çünkü her seferinde kavga çıkıyor. Keşke gitse… Kendi yaşamını zehir etmekle kalmıyor başkalarının yaşamını da mahvediyor."
Paris’teki sanatçı dayanışması yoksunluğu ve ressamlar arasındaki çekişmeler, Vincent’ı çok rahatsız etmeye başlamıştı. Daha fazla dayanamadı, 1888’in Şubatı’nda Fransa’nın güneyindeki Arles’a yerleşti.
Fakat Theo bu kez onun yokluğunu duyumsuyor ve ağabeyini özlüyordu. Kız kardeşine yazdığı mektupta şöyle diyordu:
"İki yıl önce benimle yaşamaya geldiğinde birbirimize bu kadar bağlanacağımızı tahmin etmiyordum. Ev şimdi çok boş ve ben yine onsuzum. Yalnızlığımı gidermek için birini bulabilirsem eve alacağım ama, Vincent’ın yerini herhangi birinin doldurması çok zor."
Vincent Arles’da çok verimli bir dönem geçiriyordu. Görkemli iki yapıtı "Yıldızlı Gece" ve "Gecede Café Teras"ı burada yapmıştı. Çok sevdiği ‘sarı ev’indeki odası ve kendi portresi de bu dönemde yaptığı tablolardandır.
Van Gogh, her zaman düşlediği "sanatçı topluluğu"nu burada oluşturmaya karar verdi. İşe ilk olarak, arkadaşı Paul Gauguin’le başlamak istedi. Gauguin, Van Gogh’un önerisini kabul etti ve Theo’nun da maddi katkılarıyla ‘sarı ev’e yerleşti.

Fakat işler ve düşler, umulduğu ve kurulduğu gibi gitmiyordu. İkisi de "çok zor" denilebilecek kişiliklere sahiptiler ve bu zıtlıkları nedeniyle birbirleriyle iki dost olarak geçinemiyorlardı. Arkadaşlarına yazığı mektuplarında Gauguin, Van Gogh’un resimlerini küçümsüyor ve onun tavırlarından bıktığını söylüyordu. Yine tartışmayla geçmekte olan bir gece Van Gogh, dostu Gauguin’e usturayla saldırdı. Sonra da yaptığından pişmanlık ve hatta utanç duyarak odasına kapandı ve elindeki usturayla kendi kulağını kesti.
Ertesi gün gazetelerde şöyle bir haber yayımlanıyordu: "Vincent Van Gogh adında bir ressam …... adresindeki eve gelmiş, Rachel’i görmek istediğini söylemiş ve kapıya gelen kızın eline kesik kulağını bıraktıktan sonra kendisinden bunu bir hazine gibi saklamasını isteyerek oradan ayrılmıştır."Van Gogh, 1889 Şubatı’nda hastaneye kaldırıldı ve kısa süren tedavi döneminden sonra iyileşerek evine döndü. Fakat çok geçmeden, kendini yine bunalımlar içinde buldu. Bunun üzerine kendi isteğiyle bir manastıra kapandı ama, aradığı iç huzurunu burada da bulamadı. Birgün boyalarını yutarak kendini zehirlemeye kalkışınca, burada kalmasının bir nedeni olmadığını anladı ve evine döndü.
Ruhsal durumunun tersine sanat çevrelerinde tanınmaya başladı.
Theo evlenmişti ve eşi Johanna bir bebek bekliyordu. Ocak 1889’da doğan bu bebeğin adını Vincent koydular. Vincent, kendi adını taşı
yan yeğenini görmeye Paris’e gitti. Bir süre kardeşi ve ailesiyle kalan Vincent, kendini daha kötü hissediyordu. Büyük bir olasılıkla Theo’nun kendi ailesini kurmuş olduğunu görmek onun yalnızlığa ve karamsarlığa gömülmesine yol açmıştı. Yanlarından ayrılarak, Paris’in hemen kuzeyindeki Auvers-Sur-Oise’a yerleşti.

İki ay içinde seksenden fazla resim yaptı. Sık sık yeğenini görmeye gidiyordu. Ama, Theo’nun maddi durumunun ve sağlığının bozulduğunu görmek, onu yeniden bunalıma soktu.
27 Temmuz günü, evinin yakınındaki bir ormanda gezintiye çıktığında kendini göğsünden vurdu.
Eve dek yürümeyi başardı. Durumunu hiç kimseye haber vermedi ve odasına kapandı. Onu odasında yaralı bir durumda bulduklarında baygındı. Doktoru, kurşunun kalbe dokunmadığını, fakat çıkarılamayacağını söyledi. Theo yanıbaşındaydı ve ağabeyine iyileşeceğini söylüyordu. Ona yanıtı şöyle oldu: "Hüzün sonsuza dek sürecek."
İki gün boyunca, yattığı yerden kalkmadan puro içti. Theo ona sarıldığında "İşte böyle ölmeyi isterim" dedi.
29 Temmuz’da bir daha açmamak üzere yaşama gözlerini yumduğunda yalnızca 37 yaşınday- dı. Tabutu düzinelerce ayçiçeğiy le donatıldı. Ayçiçeği onun gözde çiçeğiydi.•


Hiç yorum yok: